TARİHİ ÖYKÜLER
Hint Müslümanlarının yaptıkları fedakârlıkların haddi hesabı yoktur. İngiliz idaresinin kayıtlarına geçen bir hadiseye göre, Peşaver şehrinde, hilâfet merkezi Osmanlı’nın bekası için yardım toplanırken, en fakir insanlar bile bir şeyler verebilmek için çırpınmaktadırlar. Fakat onların içinde, verebilecek hiç ama hiçbir şeyi olmayanlar da vardır.
İşte böyle durumdaki bir kadın, orada sema sakinlerini dahi gıpta ettirecek bir iş yapar. Bu fazilet yüklü kadın, analık duygularını dahi bir tarafa atarak, bir şeyler verememe çaresizliğinin verdiği ıstırapla, kucağındaki mini mini yavrusunu meydanda toplanan halka göstererek, onu satılığa çıkardığını ve karşılığında alacağı parayı Osmanlılara yardım için vereceğini ilan etmektedir. Neticede, bu ihlâslı gayretler semeresini vermekte gecikmez.
Hindistan’da toplanan yardım miktarı, Osmanlılar için Mayıs 1913’e kadar bütün dünyada toplanan yardım miktarının yarısından fazlasını teşkil eder.
Budin (Budapeşte) şehri 1592 yılında Avusturyalılar tarafından kuşatılmıştı. Bunun üzerine Anadolu Beylerbeyi Sofu Sinan Paşa ile Mahmut ve Mehmet Paşalar idaresinde 20 bin kişilik bir yardım kuvveti Budin’i kurtarmak için yola çıktı.
Ne var ki ordu, Mohaç ovasına geldiği sırada şiddetli bir yağmur başladı, kısa zamanda da ortalığı bataklığa çevirdi. Top arabaları ikide bir çamura saplanıyordu. Arabaları çeken hayvanların gücü yetmeyince askerler de arabaları kurtarmak için çalışmak zorunda kalıyorlardı. Hatta Sinan, Mahmut ve Mehmet Paşalar bile bizzat bu kurtarma faaliyetine iştirak ediyorlardı.
Meşhur Tarihçi Peçevî İbrahim Efendi de o sefer sırasında ordunun içinde bulunuyordu. Paşalar, çamura saplanan bir top arabasını kendilerinin de iştirakiyle askerlerle birlikte kurtarırken, Peçevi’ye şu şekilde takıldılar:
İbrahim Efendi lâtife yollu söylenen bu sözleri gerçekten de tarihine yazarak gelecek nesillerin ibret nazarlarına sundu.
Zaten atalarımızın zaferden zafere koşmasında, sadece halkın ve askerin değil, devlet adamlarının da gösterdikleri buna benzer fedakârlık ve gayretlerinin büyük rolü olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet, bir gün kıyafet değiştirerek şehirdeki yiyecek maddelerinin kontrolü maksadı ile çarşıya çıktı. Bir dükkâna girdi. Selam verdikten sonra:
“Yarım batman yağ, yarım batman bal, yarım batman peynir veriniz.” dedi. Bakkal yarım batman yağı tartıp parasını hesap ettikten sonra:
“Ağam, diğer isteklerinizi de diğer komşudan alınız. Zira onun malı daha iyidir. Hem de komşum daha siftah etmedi.” dedi. Padişah ikinci dükkâna varıp oradan da yarım batman bal alınca, bu bakkal da ona:
“Allah’a şükürler olsun ağam, hem siftah ettim hem de çocukların nafakalarını çıkardım. Komşumsa daha siftah etmedi.” dedi. Padişah:
“Bu milletteki bu ahlaki istikamet yok mu, bu milletle dünyalar fethedilir. Milletin ahlaki safiyetine halel getirenleri Allah kahretsin.” demiştir.
Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafı, “Onu sana veremem, kusurludur.” cevabını verir.
Yabancı tacirin “Ziyanı yok, önemli değil” demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direterek:
“Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim, biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım.
Neticede Osmanlı’nın gururu şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem.”
Diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah eder.
Akşemseddin ve Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethi günü, yanlarında Fatih’in hocaları Molla Gürani, Molla Hüsrev de olduğu halde, törenle İstanbul’a giriyorlardı.
Bizanslılar, şehrin Fatih’ine çiçek vermek için yarış ediyorlardı. Bir yerde, şehri fetheden kişinin bu ak sakallı hocalar arasında gencecik Fatih olacağını düşünmediklerinden çiçekleri, ak sakallı Akşemseddin’e uzattılar.
Akşemseddin, hemen atını geri çekerek, beyaz at üzerindeki genç Fatih’i gösterdi:
“Padişah ben değilim.”
Fatih Sultan Mehmet:
“Ona gidiniz, ona. Padişah benim, ama oda benim hocamdır”…
Ahmet Vefik Paşa Paris Büyükelçisi iken İmparator III. Napolyon’un yeni yaptırdığı bir opera binasının açılış törenine davet edilir.
Tören sırasında Ahmet Vefik Paşa, Napolyon’a en yakın locaya kurulmuş, tavır ve davranışlarıyla imparatora hiç aldırmayan bir izlenim verir.
Bu umursamazlığa içerleyen Napolyon, Ahmet Vefik Paşa’ya bir adamını göndererek:
– Git şu Osmanlı Paşasına sor, kendini hâlâ Kanuni devrinde mi sanıyor, der.
– Adam gelir ve Napolyon’un dediklerini aynen aktarır.
– Ahmet Vefik Paşa bu soruya aynı umursamazlıkla şu cevabı verir:
“İmparator hazretlerine hatırlatırım ki Osmanlı tahtında Kanuni olsaydı, kendileri orada olmaz, yerlerinde ben olurdum.”
Osmanlı Devletine karşı isyan eden Şerif Hüseyin ilk olarak isyanın hemen bitiminde Vehhabiler tarafında alaşağı edildi. Daha sonraları hasta bir vaziyette Amman’da oğlunun yanında iken, saray bahçesinde çalmakta olan İzmir marşı kulağına geldiğinde, oğlunun hemen perdeyi kapatmak istemesi üzerine bu zavallı piyon şöyle mırıldanacaktır.
‘’Evlat, niçin o pencereyi kapatıyorsun? İzmir Marşı’nın eski günleri bana hatırlatmaması için, değil mi? Ben velinimetime isyan etmiş asi bir kulum, günahım büyüktür. Bu bizim başımıza gelenler ve gelecek olanlar, ekmek kapımız velinimetimiz, koruyucumuz ve asırlar boyu efendimiz olan Osmanlı Devleti’ne karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların İlahi bir cezasıdır.”
Başımıza gelecek olanlar sözüyle, çocuklarını bekleyen felaketleri adeta hissetmiştir. Zira oğullarından Faysal, bir zamanlar Fahreddin Paşa komutasında Medine’yi müdafaa eden Türk askerlerine saldıran Arap aşiret alaylarının komutanıydı. Onun akibeti İngilizler tarafından zehirlenerek öldürülmek oldu.
Yerine geçen oğlu Gazi ise bir kazada can verdi. Torunu, Irak kralı ‘2. Faysal ise çok kanlı bir ihtilalle devrilip cesedi sokaklarda sürüklendi.
Yine Şerif Hüseyin’in ortanca oğlu Abdullah da (Şimdiki Ürdün kralının dedesinin babası) İngilizler tarafından Filistin bölünerek Ürdün kralı ilan edilmişti. Bu kral da bir suikastçı tarafından Kudüs’te Hz Ömer Camii’nin önünde hançerlenerek can verdi. Yerine geçen oğlu Tallal ise çıldırarak öldü.
Osmanlı Devleti’nde adalet kavramı; milliyet, cins, zümre yahut din farklarını aşan çok şümullü bir değer ifade etmektedir.
Bu adalet sadece insanlara has değil, kurda, kuşa, toprağa ve suya şamil bulunmakta ve bu yüzden Osmanlı kanunnamelerinde:
” ‘… ve ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler’ at, katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve ağır yük vurmayalar, zira dilsüz canavardurlar, her kangısında eksük bulunur ise sahibine tamam itdüre, eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline ve hammallar ağır yük vurmayalar, mütearef (örf) üzere ola…”
Diye hükümler konularak bu meselenin beygirin sakat ayağından, eşeğin semerine kadar göz önüne alındığı belirtilmektedir…
*Köseoğlu, Nevzat; Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, Ötüken Yay. İst. 199O, s.265
Vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı müsabakasındaki birinciliğinden dolayı kendisine zorla verilen 500 lirayı, fakr u zaruret içinde olmasına rağmen, fakir kadın ve çocuklara bir maişet temin etmek üzere kurulmuş olan “Darü’i Mesa-i “ye bağışlamıştır…
Hâlbuki İstiklal Marşı kabul edildiğinde, Mehmet Akif’in cebinde, Zonguldak milletvekili Hayri Bey’den borç aldığı iki lirası vardır ve milli marş için 500 lira teklif edildiği günlerde 140 lira ile Ankara’da bir çiftlik alınabilmektedir…
Paltosu dahi olmadığı için kışın bile ceketle dolaşan bu idealist şair, çok soğuk günlerde ise, arkadaşı Baytar Şefik (Kolaylı)’dan muşambasını ödünç olarak onu giymektedir…
Baytar Şefik bir gün: “Akif Bey, hiç olmazsa kendine bir palto alsaydın” demesi üzerine, ona darılıp iki ay konuşmamıştır…
Burdur Meb’us’u olarak I. Millet Meclisi’ne seçildiğinde ailesine:
“Biz bu maaşı hak etmiyoruz ya… Ama, pek hak etmiyoruz da denemez. Elimizden geldiği kadar nihai zafer için çalışıyoruz.” demiştir…
*Düzdağ, Ertuğrul; M. Akif Hakkında Araştırmalar M. Ü. İlahiyat Fak. Yay. İst. 1987, s.228,230
*Nalbantoğlu, Muhiddin; İstiklal Marşımızın Tarihi, Cem Yay., İst. 1964, s.58-140
19.yüzyılda Almanya’nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin Almanlar’daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.
O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.
Mektupta şöyle denmektedir:
“Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet’in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın.”
Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:
“Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir.”
Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar’ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:
“Osmanlılar’dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir.”
Bu olay, Mülhaymli’lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym’a bağlı Karlsruher Müzesine koyup ziyarete açarlar.
Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.
Osmanlı ordusu Kudüs’ten çekilirken (9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa’yı koruması için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan’ın yürekleri titreten öyküsü
Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa’nın merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme alır.
Mevki Kudüs. Mekân Mescid-i Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid-i Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya.
Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız, İstanbul’lu. “Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Kan mı çekti nedir. Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
– “Aleykümüsselâm oğul…
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…
– “Kimsin sen, baba.” dedim.
Anlattı ki ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
– “Ben, dedi; Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…”
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:
– “Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım.”
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…
Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
– “Sana bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?”
– Elbette, dedim, buyur hele…
Konuştu:
– “Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki…
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
– O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi, dersin…”
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
Yıllar sonra merhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, tv’de anlattığında zamanın Genelkurmay Başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister.
Bardakçı sonra şunları yazar: Hasan Onbaşı bizdendi… O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki, göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk…
İlhan BARDAKÇI