AİLE ÖYKÜLERİ
Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu.
Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar.
Erkek, “Aklıma bir fikir geldi.” dedi. “Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse, bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.”
Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.
Aradan bir ay geçti, bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.
Mahkeme salonunda, seksen yaşlarındaki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla, suskun ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözlerini ve bitkin bakışlarını süzüyordu. Hâkim tok sesiyle, yaşlı kadına:
—Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?
Yaşlı kadın, derin bir nefes çektikten sonra başörtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı. —Bu herifin ettiği, yetti gayri. Elli yıldır bezdirdi hayattan… Boşanmak istiyorum…
Sonra uzunca bir sessizlik hâkim oldu, mahkeme salonunda… Sessizlik, bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu. Kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, birlikte yaşanmış elli yılın ardından? Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı … Kadın neler diyecekti? Herkes onu dinliyordu. Yaşlı kadının gözleri doldu ve devam etti:
—Bizim bir sedef çiçeğimiz vardı, çok sevdiğim… O bilmez… Elli yıl önceydi. O çiçeği bana verdiği çiçekler arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş açmadan önce, bir tas suyla sulayacağım onu diye… İyi gelirmiş derlerdi. Elli yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Ta ki geçen geceye kadar…
O gece takatim kesilmiş uyuyakalmışım … İşte ben, böyle bir adamla elli yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim. Ondan hiçbir şey görmedim. Bir kerecik olsun, kalkıp onun sulamasını bekledim çiçeğimi… Ama olmadı. Onsuz daha iyiyim yemin ederim.
Hâkim yaşlı adama dönerek:
—Diyeceğin bir şey var mı baba? dedi.
Yaşlı adam, bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle, hâkime yöneldi. Tane tane konuştu:
—Askerliğimi reis-i cumhur köşkünde, bahçıvan olarak yaptım. O bahçenin, görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadime’mi de orada tanıdım. Sedefleri de… Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim.
İlk evlendiğimiz günlerin birinde, boyun ağrısından onu hekime götürdüm. Hekim, çok uzun süre uyanmadan yatarsa; boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp uyansın, gezinsin dedi.
Hekimi pek dinlemedi bizim hatun… Benim sözümü de… O günlerde de tesadüf bu ya çiçek kurumaya yüz tuttu. Ben ona, “Gece çiçek sularsan, bu çiçek tekrar canlanırmış.” dedim. Adak dilettim… Her gece onu uyandırdım ve onu seyrettim. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece, o çiçek ben oldum sanki… Her gece o yattıktan sonra kalktım saksıdaki suyu boşalttım.
Sedef, gece sulanmayı sevmez, hâkim bey… Geçen gece de… Yaşlılık… Ben de uyanamadım. Uyandıramadım… Çiçek susuz kalırdı ama kadınımın boyun ağrısı yine azabilirdi. Suçlandım… Sesimi çıkartamadım… Karar sizin hâkim bey.
O anda gazeteciler dâhil, mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu…
Çin’in kırsal kesiminde yaşam savaşı veren bir aile vardı. Dede, baba, anne ve çocuktan oluşan bu aile oldukça sıkıntı çekiyordu.
Bir gün baba, yılların verdiği yorgunlukla bir köşede oturmaktan başka işe yaramayan dedeyi, pazar küfesine koyarak nehre doğru yola çıktı.
Nehrin kenarında arkadaşlarıyla oynayan çocuk, babasına ne yaptığı sordu.
Baba: Büyük babasının bize yük olmaktan başka yaptığı bir şey yok. Onu bu küfe ile beraber nehre atmaya karar verdim dedi.
Çocuk heyecanlanarak atıldı:
– Aman baba, küfeyi atma. Çünkü bir gün gelip sen de yaşlandığında o küfe bana lazım olacak
Üç yaşındaki küçük, şirin kız, eline aldığı çatalla annesinin yeni cep telefonuna vuruyordu. Öfkelenen anne onu iterek üç beş kez vurdu.
Olaya şahit olan baba şu soruyu sordu.
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal etmeye başladı. Tam bunları düşünürken, oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu.
Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu; ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu.
Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:
“Eğer bu haritayı düzeltebilirsen, seni parka götüreceğim!” dedi. Sonra düşündü:
“Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen, bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi:
“Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz!” dedi. Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu.
Çocuk şu hikmetli açıklamayı yaptı:
“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!”
Heidi ve Paul Jackson çiftinin 17 Ekim 1995 tarihinde Brielle ve Kyrie adını verdikleri ikiz bebekleri doğmuştu.
Standart hastane kurallarına göre, prematüre ikizler ayrı küvezlere konuluyordu. Jackson ikizlerine de bu sistem uygulandı.
Bir kilo ağırlığındaki Kyrie ikizinden daha büyüktü ve hızlı bir şekilde kilo alarak günlerini sakince geçiriyordu. Fakat Brielle sadece dokuz yüz gram olarak doğmuştu ve kilo almıyordu. Solunum ve kalp problemleri vardı. Kanındaki oksijen seviyesi de düşüktü.
12 Kasım günü Brielle’in durumu ciddileşti. Nefes alması zorlaştı, yüzünde ve kollarında morluklar ortaya çıktı. Bebeğin kalp atışları yüksekti ve vücudun stres altında olduğunu gösteren hıçkırıklar vardı. Ailesi, bebeği kaybetme endişesi yaşıyordu.
Hemşire Gayle Kasparian, Brielle için her şeyi denedi. Hatta bebeği oksijen çadırına koydu. Ama Brielle hala nefes almakta zorlanıyordu.
Kasparian, okuldayken duyduğu bir şeyi hatırladı. Avrupa’nın birçok ülkesinde yaygın olan bir yöntemdi bu: ikiz bebekleri aynı küveze koymak.
Hastanenin başhemşiresi Susan Fitzback bir konferans için şehir dışındaydı. Buna rağmen, Kasparian risk almakta kararlıydı, ailesine:
“Brielle’i ikizinin yanına koyarım ve yardımı olup olmayacağına bakarım.” dedi.
Jackson’lar bunu kabul edince hemşire Kasparian, Kyrie’yi doğduğundan beri görmediği kız kardeşinin yanına koydu.
Anne, baba ve hemşire, bir süre onları seyretti.
Küvezin kapısı kapatıldıktan bir süre sonra, Brielle Kyrie’e sokuldu ve sakinleşti. Birkaç dakika içinde Brielle’in kan ve oksijen seviyesi doğduğundan beri en iyi seviyeye geldi. Uyurken, Kyrie küçük kollarıyla ikizine sarıldı.
Rastlantıya bakın ki, başhemşire Fitzback de katıldığı konferansta çift yatak olayından bahsediyordu. “Bu, bizim hastanemizde uygulamak istediğim bir yöntem. Fakat kurallarda değişiklik yapmak belki zor olabilir.” diyordu.
Başhemşire Fitzback hastaneye döndüğünde, ikizlere bakan hemşire küvezleri ayırmaya çalışıyordu.
Oysa küvezleri gören Fitzback:
“Buna inanamıyorum, bu harika!” diyecekti.
“Yani bunu yapabilir miyiz?” diye sordu hemşire Kasparian.
Başhemşire cevap verdi: “Elbette yapabiliriz.”
Bu olayın duyulmasından sonra, ABD’de pek çok hastanede yeni doğan ikiz bebekler için çift yatak sistemi uygulanmaya başlanacaktı.
Heidi ve Paul Jackson çiftinin ise çift yatak sisteminin Brielle’e yardımı konusunda herhangi bir bilimsel çalışmayı bilmelerine gerek yoktu. Çünkü Brielle yaşıyordu, bu ikizlerin aynı küveze alınmalarından ve Kyrie’nin Brielle’i kucaklamasından sonra gerçekleşmişti.
İki kız şimdi evlerindeler ve hâlâ birbirlerine sarılarak uyuyorlar…
Worcester Telegram’dan
Henüz bir fetüs olan küçük Samuel Armas yirmi bir haftalıktı ve anne karnında ameliyat olması gerekiyordu. Küçük Samuel’in annesi Julie Armas ise, Atlanta’da hemşireydi ve bu konuda, cenin ameliyatlarıyla ünlü Dr. Joseph Bruner’in tecrübesini biliyordu.
Doktor Bruner, ameliyatın içerdiği riskin farkındaydı. Eğer bir şeyler aksi giderse küçük cenin ölebilirdi.
Ameliyat olurken, ilginç bir olay gerçekleşti. Minik cenin doktorun elini tuttu ve bir fotoğrafçı bu inanılmaz anı kaçırmadı.
Bir derginin editörü, bu fotoğraf kendisine ulaştığında, fotoğrafa şu başlığı uygun gördü:
“Umudun Eli.” Fotoğrafın altında ise şu ifadeler yer alıyordu:
“Yirmi bir haftalık küçük cenin Samuel Alexander Armas, sanki teşekkür eder gibi, doktorun elini tutuyor.”
Daha sonra bu fotoğraf, televizyon programlarına ve gazetelere de konu olacak ve insanların şunları düşünmesini sağlayacaktı:
Cenin, bir “dokular yumağı” değildir. Doğmamış bebekler bile, duyguları olan birer insandırlar.
Bu fotoğraf, binlerce kelime ile ifade edilmeyen bir şeyi anlatıyordu.
Nitekim küçük Samuel’in annesi de, fotoğrafı gördüğü zaman günlerce ağladığını söylüyor ve ekliyordu:
“Bu fotoğraf bana hamileliğin bir hastalık olmadığını, çok küçük bir insanla ilgili bir olay olduğunu düşündürdü.”
Reader’s Digest’tan
Murat ERTAN
Henry Matthew WARD