BAKIŞ AÇISI ÖYKÜLERİ
Bir zamanlar Amerika’nın Hawaii adalarındaki Çinliler, ölülerini ziyaret ettikleri zaman mezara pirinç serpiyorlardı.
Bir gün bir Amerikalı, kendi ölüsünün mezarına koymak için çiçek götürürken, Çinli’nin yaptığını gördü ve alay edercesine sordu:
—Arkadaşın pilâvı ne zaman kalkıp yiyecek?
Çinli cevap verdi:
—Senin arkadaşın kalkıp çiçekleri kokladığı zaman yiyecek.
Ortaokulda iken, sınıf arkadaşlarımdan birisiyle ciddi bir tartışmaya girmiştim. Onun haksız olduğundan, benimse haklı olduğumdan emindim.
Aramızdaki tartışmayı öğrenen öğretmenimiz, bize ölünceye dek unutamayacağımız bir hayat dersi verdi. Bizi bütün sınıfın önüne çıkardı. Arkadaşımı masanın bir tarafına, beni de diğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak siyak renkli bir nesne duruyordu.
Arkadaşıma o nesnenin rengini sordu. Arkadaşımın cevabı kısa ve netti: “Beyaz!”
Kulaklarıma inanamıyordum, çünkü nesne siyahtı! Yeniden tartışmaya başladık, ama bu kez önümüzdeki nesnenin rengi hakkında.
Öğretmen, bu kez arkadaşımın yerine, beni de oturttu. Aynı soruyu bu defa bana sordu: “Önündeki şey ne renk?” ve ben utana sıkıla arkadaşımın az önce verdiği cevabı vermek zorunda kaldım: “Beyaz.” Beyaz demek zorundaydım, çünkü o yuvarlak nesnenin bir tarafı beyaz, bir tarafı siyahtı. Ben şimdi beyaz tarafa bakan sandalyede oturdum.
Öğretmenimiz aslında her birimizin anladığı bu dersi tek cümleyle özetledi:
DOĞUŞTAN KÖR
Brooklyn Köprüsü’nde, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde “doğuştan kör” yazılı imiş.
Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş. Bir reklâmcı bunu görmüş. Tabelayı almış arkasına, bir şeyler yazmış; olduğu yere tekrar bırakmış.
Ne olduysa olmuş… Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya sürekli para atmaya…
Bir cümle yetmiş, onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına…
“Güzel bir bahar günü… Ama ben ne yazık ki baharı göremiyorum.”
Bir padişahın, canından çok sevdiği bir devesi vardı. Padişah sadece deveye bakmaları için birkaç kişi görevlendirmişti. Padişahın deveye olan sevgisi o kadar fazla idi ki “Kim bana bu devenin öldüğünü söylerse, onun kellesini keserim.” diyordu.
Fakat deve de nihayet bir hayvandı… Bir gün, beş gün, kaç sene yaşadıysa; her hayvan gibi o da öldü. Şimdi kim gidip de padişaha “Deveniz öldü!” diyebilecekti?
Bir iki gün sonra içlerinden biri, “Ben bunu gider padişaha söylerim.” dedi ve padişahın huzuruna çıkıp saymaya başladı:
“Sultanım! Kıymetli deveniz yattı kalkmıyor, yumdu gözlerini açmıyor, uzattı ayaklarını toplamıyor, üstelik nalları güneşe karşı geldiğinden çok da güzel parlıyor.”
Adamı sonuna kadar dinleyen padişah, “Desene devem öldü.” demiş. Adam:
“Padişahım, onu da siz söylediniz, ben söyleyecektim ama işin içinde kelleyi vermek var.” demiş.
Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş.
Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş; fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş.
Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş:
“İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı, ikincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.
Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini, bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenlerle tartışma.”
Kral Nemrud, İbrahim peygamber’in ateşte yakılması emrini verdikten sonra açıklık bir yere büyük bir odun yığını kurdurmuş. Sonra vermişler odunları ateşe.
Alevler o kadar yükselmiş ki bulutların tutuşacağını sanmış çocuklar. Bütün hayvanlar da korkup kaçmışlar.
Askerler, İbrahim peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış. Atacaklarmış ki Nemrud’un ne güçlü bir kral olduğunu görülsün, anlaşılsın, bir daha ona karşı gelmesin hiçkimseler.
Bu sırada bir karınca ağzında küçücük bir damla su ile koşa koşa ateşe doğru gidiyormuş. Hem de boyu göklere varan cehennem ateşine doğru.
Gökte uçan ve gagasında ateşe atmak üzere bir dal parçası taşıyan bir karga onun bu telaşını görüp sormuş hemen; “Bu acelen nedir karınca, nereye böyle?”
Ağzında bir damla su taşıyan karınca o bir damlayı ellerinin arasına alıp; “Duymadın mı?” demiş. “Nemrud, İbrahim peygamber’i ateşe atacakmış. Ben de o ateşi söndürme çabasıyla su götürüyorum.
Bu sözleri duyan karga kendini tutamayarak kahkahalara boğulmuş. Sonra karga sormuş “Peki karınca, sen şu ateşe dönüp baktın mı hiç? Ne kadar büyük. Senin bir damla suyun ona ne yapabilir ki?”.
Su taşıyan karınca; “Olsun” demiş.
“Hiç olmazsa safım belli olur!”
Nasreddin Hoca, çağrıldığı bir ziyafete eski giysileriyle gitmiş. Kimse Hocanın farkına bile varmamış.
Tek bir kişi çıkıp da:
—Buyur Hocam! dememiş.
Nasreddin Hocanın buna çok canı sıkılmış. Ama kerametin de giyiminde olduğunu anlamış. Hemen eve gelmiş, bayramlık kürkünü giymiş.
Sonra, kasıla kasıla ziyafet yerine gitmiş. Kapıyı çalmış…
Bu gidişte hemen fark edilmiş, büyük bir iltifatla karşılanmış. Hocayı ev sahipleri oturtacak yer bulamamışlar.
—Buyurun Hocam
—Şu tarafa buyurun Hocam!
—Şöyle oturun Hocam!
—Yok, yok, bu tarafa buyurun Hocam! demişler.
Ve sonunda Nasreddin Hoca, ziyafet sofrasının başköşesine buyur edilmiş.
Sıra yemeğe gelince, Nasreddin Hoca, kürkünün ucunu tabağa doğru uzatarak:
—Ye kürküm ye! demiş.
Nasreddin Hocanın bu sözlerinden ziyafettekiler hiçbir şey anlamamışlar.
—Hayrola, Hoca Efendi, ne diyorsun? diye sormuşlar.
Nasreddin Hoca, başından geçenleri açık açık anlatmış. Arkasından da eklemiş:
—Bu ikram, bana değil kürkümedir. Onun için dedim “ye kürküm ye!”…
BİR KARİKATÜRDE SİNERJİ
Boyları, yaşları, kiloları eşit iki mahkûm, çizgili mahkûm elbisesi giymişler, her ikisinin de ayak bileğine zincirle bağlı bir demir küre gözüküyordu.
Mahkûmlar kendi küresini taşımak zorundadır. Ancak bu iki mahkûm, birbirlerinin kürelerini taşıyorlar.
Bu durumda fiziksel anlamda hiçbir şey değişmiyor. Kendi kürelerini taşısalar da aynı enerjiyi harcayacaklar. Fiziksel anlamda bir sinerji yok, ama duygusal anlamda müthiş bir sinerji, inanılmaz bir paylaşım var.
Bu mahkûmlar, kendi kürelerini taşımak yerine birbirlerinin kürelerini taşıyarak birbirlerine “Sen benim dostumsun” mesajını veriyorlar.
Bu mahkûmlar ortak bir kaderi paylaşmak zorundalar, birbirlerinin kürelerini taşıdıkları zaman, kaderlerine boyut katıyorlar ve moral kazanıyorlar.
Bu karikatürdeki iki insanın sinerji iletişimi; ürün veya para değil dostluktur.
Nick adında bir demiryolu isçisinin öyküsü bu. Nick güçlü, sağlıklı bir işçi manevra sahasında çalışıyor. Arkadaşlarıyla ilişkisi iyi ve işini iyi yapan güvenilir bir insan.
Ne var ki, kötümser biri, her şeyin kötüsünü bekler ve başına kötü şeyler geleceğinden korkar. Bir yaz günü, tren isçileri, ustabaşının doğum günü nedeniyle bir saat önceden serbest bırakılırlar.
Tamir için gelmiş olan ve manevra alanında bulunan bir soğutucu vagonun içine giren Nick, yanlışlıkla içerden kapıyı kapatır, kendini soğutucu vagona kilitler.
Diğer işçiler Nick’in kendilerinden önce çıktığını düşünürler.
Nick kapıyı tekmeler, bağırır, ama kimse duymaz, duyanlar da bu tür seslerin sürekli geldiği bir ortamda olduğu için pek kulak vermezler.
Nick burada donarak öleceğinde korkmaya başlar. Eğer buradan çıkmazsam, burada kaskatı donacağım, diye düşünmeye başlar. İçerde yarısı yırtılmış bir karton kutunun içine girer. Titremeye başar.
Eline geçirdiği bir kâğıda karısına ve ailesine son düşündüklerini yazar: Çok soğuk, bedenim hissizleşmeye başladı. Bir uyuyabilsem! Bunlar benim son sözlerim olabilir?
Ertesi günü soğutucu vagonun kapısını açan işçiler, Nick’in donmuş bedenini bulurlar. Üzerinde yapılan otopsi, onun donarak öldüğünü göstermektedir.
Fakat bu olayı olağanüstü yapan, soğutucu vagonun soğutma motorunun bozuk ve çalışmıyor olmasıydı.
Vagonun içindeki ısı 18 C idi ve vagonda bol hava vardı.
Nick’in korkusu, kendini gerçekleştiren bir kehanet oluşturmuştu.
Günlük iş sıkıntısı, hayatın zorlukları ve stres yüzünden, çok az iltifat eder olduk.
İltifatın olumlu etkileri:
Gittiği her yere barış götürebilen, bölücü değil bağdaştırıcı olabilen, nefret olan yere sevgi, yaralanma olan yere affedicilik, kuşku olan yere inanç, ümitsizlik olan yere ümit, karanlık olan yere aydınlık ve üzüntü olan yere sevinç paylaştıran bir insan…
Kusurları görenlerden değil kusurları örtenlerden, teselli arayanlardan değil teselli edenlerden, anlayış bekleyenlerden değil anlayış gösterenlerden, yalnız sevmeyi isteyenlerden değil sevenlerden olabilen bir insan…
Yağmur gibi hiçbir şey ayırmadan aktığı her yere canlılık bahşeden, güneş gibi hiç bir şey ayit etmeyip ışığı ile tüm varlıkları aydınlatan, toprak gibi her şeyin üzerine basıldığı halde hiç bir şeyini esirgemeyip nimetlerini verebilecek bir insan…
Alan değil veren ellerin, affedici olduğu için affedenlerin ve sonsuz yaşamda yeniden doğanlara sevgi katalabilecek bir insan olmak…
Masaru Emato, insan vücudu ve yer kürenin %70’inden fazlasını kaplayan suyun, insan düşüncesinden, sözcüklerden ve dinlediği müzikten etkilendiğini bulmuştur.
İnsan yaşam kalitesinin, vücudundaki ve yer küredeki suyun kalitesiyle bağlantılı olduğunu; pozitif düşünce ile insanın kendisini ve yaşadığı yeri iyileştirebileceğini savunur.
Masaru Emato, müziğin suyun yapısı üzerinde etkilerini görmeye karar vermiş.
İki müzik hoparlörü arasına birkaç saatliğine distile su koyarak suyun donduktan sonraki kristal formlarını fotoğraflayarak bize görme imkânı sağlamıştır.
Bethoven’in Pastoral Müziği dinletilen su kristali görüntüsü, sevgi ve takdir sözcükleri dinletilen su kristali görüntüsü, teşekkür sözcükleri dinletilen su kristali görüntüsü güzel fotoğraflanmıştır.
Kin ve nefret sözcükleri dinletilen su kristali görüntüsü ise karışık ve rahatsız edici şekilde görünmektedir.