EĞİTİM HAYAT ZAMAN ÖYKÜLERİ
Sokrates, baldıran zehrini içmeden (idam edilmeden) az önce, bir öğrencisinin elinde, ne olduğunu bilmediği bir müzik aleti görür.
“Bana bunun nasıl çalındığını anlat” der.
Öğrenci, üzgün bir şekilde:
“Öğreteyim ama Hocam, sanırım bunu çalıp keyif alacak zamanın olmayacak” der.
Sokrates de:
“Evet, bunu çalıp keyif alacak zamanım yok; ama öğrenmenin keyfi var ya…” der.
Leo Buscaglıa‘nın “Sevgi” kitabında hayvanlarla ilgili bir öyküye göre; bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelmiş ve bir okul kurmayı kararlaştırmışlardır.
Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı okulun öğrenim kurulunu oluşturdular.
Kurulda tavşan, öğrenim planında koşu dersinde yer almasında ısrarlıdır. Kuş da uçma dersinin programında bulunmasında ısrarlıdır. Sincap dikine tırmanma dersinin ve balık ise yüzme dersinin planında yer almasına ısrarlıdırlar. Bütün bu dersler bir araya getirilerek öğrenim programı hazırlanır.
Öğrenim kurulu tüm hayvanların bu derslerin tamamına devam etmelerini isterler, sonunda bu da olur. Tavşan koşmada yüz alırken, ağaca tırmanmak onun için gerçek bir sorun olur, sürekli arkaya doğru yuvarlanmaktadır. Kısa süre sonra beyni hasara uğrar ve iyi koşamaz hale gelir. Koşmada yüz alacağına bu kez altmış alır, ağaca tırmanma da her zaman notu on olmuştur.
Kuş, her zaman uçuşta çok iyi dereceler yapmaktadır, oysa toprakta tünel kazmaya gelince işleri iyi gitmez, sürekli gagası kırılarak kanatları kopar. Kısa süre sonra o da uçmada altmış alır. Zaten tünel açma derecesi on’da kalmaktadır. Ayrıca ağaca dikine tırmanmakta da çok kötü anlar yaşamaktadır.
Bu öğrenimi yaptıranlar mutludurlar, çünkü herkes derse devam etmiş, dersler uygulanmış, bu da geniş tabanlı öğrenim olarak adlandırılmıştır.
Bu öyküde sınıfta her şeyi yarı yarıya başaran, geri zekâlı bir yılan balığı birinci olmuştur.
Bütün çabalarımız herkesi diğerlerine benzetmeye yöneliktir. İnsanları yeteneklerine göre eğitemezsek, bireysel özellikleri değerlendirmezsek, sonuç istediğimiz gibi verimli olmayacaktır.
Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı ve yüce bir toplum halinde yaşatır, ya da onu köleliğe ve yoksulluğa iter.
Konfüçyüs’e sordular:
“Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?”
Büyük filozof şöyle cevap verdi:
“Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Dinleyicilerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerini sürdürdü:
“Dil düzensiz olursa, sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, adetler ve kültür bozulur. Adetler ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez.”
İşte bunun için hiç bir şey dil kadar önemli değildir.
Bir gün, genç bir adam, Sokrates’in yanına gelir ve ona şunları söyler:
“Bilgelik öğrenmek ve irfan sahibi olmak için bir sürü eziyete katlanarak kilometrelerce yol yürüdüm, size geldim. Bana bilgelik öğretir misiniz?”
Sokrates, gence kendisini izlemesini söyler ve sahile doğru yürümeye başlarlar. Sokrates suyun içine girer ve öğrencisi de onu takip eder. Sokrates, bir an durur ve aniden öğrencinin başını tuttuğu gibi suyun içine batırır.
Genç adam uğraşır didinir, fakat güç yetirip de başını suyun içinden çıkaramaz. Nihayet gencin direnme gücü tükenince Sokrates, onu suyun içinden çıkarır ve sahile yatırarak evine döner.
Genç adam kendine gelir gelmez tekrar Sokrat’ın peşine düşer ve onu bulur.
“Sen bir bilge kişi olarak neden bana kötü davrandın?” diye sorar.
Sokrates gencin sorusuna soruyla karşılık verir: “Suyun içindeyken en çok neyi istedin?”
“Tabiî ki hava almayı istedim.” der, genç adam.
Sokrates buna karşılık şu cevabı verir:
“İşte, bilgi ve bilgeliği, hava kadar istediğin zaman, düş peşime.”
Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek;
Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın,
Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini, halkı eğit o zaman…
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın.
Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen toplumu.
Birine bir balık versen, doyar bir defa;
Balık tutmayı öğret, doysun ömrü boyunca…
Kuan-Tzu (M.Ö. 1000) ÇİN
* Murat Ertan, Tarihi Sözler Antolojisi, s.155, Afşar Matbaası, Ankara, 2010.
Eğitimli insanların dokuz düşüncesi vardır:
2- Dinlediklerinde, iyi duymayı düşünürler.
3- Görünüşleri bakımından sıcak olmayı düşünürler. 4- Davranışlarında, saygılı olmayı düşünürler.
5- Konuşmalarında, doğru olmayı düşünürler.
6- İşlerinde, ciddi olmayı düşünürler.
7- Kuşkuya düştüklerinde, soruları nasıl soracaklarını düşünürler.
8- Öfkelendiklerinde, sorunları düşünürler.
9- Kazancı gördüklerinde adaleti düşünürler.
Afrika’nın uçsuz bucaksız topraklarında ilkbahar yağışlarıyla oluşup yaz sıcağında yok olan geçici göller vardır.
İşte bu göllerin oluşumuna tanık olan yerlilerin şöyle bir sözü vardır:
“Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları…”
Yani üstünlük bugün karıncadaysa yarın balığa geçebiliyor ya da tam tersi.
Karınca ya da balık olmanın sağladığı üstünlüğe sevinmek kendimizi kandırmaktan öte bir anlam taşımıyor, çünkü kimin kimi yiyeceğini gerçekte suyun hareketi belirliyor.
Bir zamanlar Yemen’de çok şiddetli bir sel ortalığı alt üst eder. Sular çekildikten sonra eski bir mezarın açıldığı görülür. Ortaya bir kadın cesediyle büyük bir servet çıkar.
Kitabedeki yazı okunduğunda görülür ki bu ceset, Hımyerî hükümdarlarından Zu Şefer’in kızı olan Tace adındaki bir kadına aittir.
Peygamber Hz. Yusuf zamanında yaşadığı anlaşılan Tace’nin cesedinin boynunda yedi inci gerdanlık, kollarında yedişer kıymetli altın bilezik, ayaklarında mücevherli yedişer halhal, yani ayak bileziği ve on parmağında da muhteşem mücevher yüzüklerin bulunduğu görülür. Ayrıca baş tarafında çok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kaçmaz.
Bu tabutun ön kısmındaki levhada yazılı olanlar, en az mücevherler kadar ilgi çekicidir:
“Ben Zu Şefer’in kızı Tace’yim. Memleketimizde müthiş bir kıtlık çıktığı için, tahıl getirtmek üzere Mısır Maliye Nazırı olan Yusuf’a adam yolladım. Epey bir zaman geçtiği halde gönderdiğim adam gelmeyince, adamlarımızdan bazı kimselere bir kantar (50 kilo kadar) gümüş verip, herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmelerini istedim.
Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de başka çare bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği için büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım.
Benim bu hikâyemi işitenler halime acısınlar! Acaba dünyada benden başka hangi kadın, bu kadar muhteşem ziynetler içinde açlıktan ölmüştür?”
Hayatımız boyunca ihtiyaç duyduğumuz her şeyi başkalarının hazırladığı modern dünyada, insanlara sorulacak en önemli sorulardan biri de paraşütümüzün kimin hazırladığı…
Yaşamımızı kolaylaştıran ve devam etmemizi sağlayan sayısız paraşütler var… Hayatımızın her aşamasında bizim için başkalarının hazırladığı maddi, manevi, duygusal ve ruhsal paraşütler.
Hayatımız boyunca paraşütümüzü hazırlayan ve bizim yaşamımızın kolaylaşmasını sağlayan, hayatımızı onlara borçlu olduğumuz ailemiz ve yakınlarımız…
Biz kimlerin hayatta kalması için paraşütler hazırlıyoruz. Öldükten sonra kalıcı bir eser bırakabildik mi?
Geleceğe insanların hayatta kalabilmesi için yararlanabileceği, paraşütler bırakmalıyız.
MURAT ERTAN
Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.
Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
‘Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı.
Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında.
Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. !
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Hayat kahveye benzer, is, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.
Bazen sadece bardağa odaklanarak kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.
UYGULAMALI BİR DERS
Aşağıdaki gerçek hikâye, Kellog Business School’da (Northwestern Üniversitesi) iş idaresi mastır öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer.
Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, “Bu gün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız.” dedi.
Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladılar. Profesör “Öyle mi?” dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı.
Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Bir öğrenci “Dolmadı herhâlde” diye cevap verdi. “Doğru” dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü.
Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar.
“Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşaltı.
Sonra öğrencilerine dönerek “Bu deneyin amacı neydi?” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır.” diye atladı.
“Hayır” dedi profesör, bu deneyin esas anlatmak istediği; “Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın gerçeğidir.”
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi.
Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir insan olamayacağınızı gösterir.
Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan, oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı… Gitti.
Zamanın önemini, Senge’nin Haşlanmış Kurbağa örneği ile daha iyi anlayabiliriz.
Bir kurbağayı kaynar suyun içerisine koyarsanız, kendini hemen dışarı atmaya çalışacaktır. Ama kurbağayı oda sıcaklığında bir suyun içerisine koyarsanız ve korkutmazsanız, öylece kımıldamadan duracaktır.
Bu arada su sıcaklığını yavaş yavaş arttırırsanız çok ilginç bir şey olur. Sıcaklık yükselirken kurbağa hiçbir şey yapmaz, keyfi yerinde gibi görünmektedir.
Sıcaklık kademe kademe artıkça, kurbağa gittikçe daha çok sersemleyecektir, bir süre sonra sıcak olan kaptan dışarı çıkacak hali kalmayacaktır.
Kurbağanın dışarı fırlamasını engelleyen bir durum olmamasına rağmen, kurbağa orada oturup haşlanmayı bekleyecektir.
Çünkü kurbağanın hayatına yönelen tehditleri algılayan dâhili aygıtı, onun çevresindeki kademe kademe değişikliklere değil, ani değişimlere programlanmıştır.